Metafizik, Mistisizm
Türkçede fizikötesi sözcüğüyle de karşılanan metafizik terimi, ilk defa Aristoteles'in eserlerini derleyip tasnif ederek kitaplaştıran Andronikos tarafından ünlü filozofun Prote Philosophia (Ilk Felsefe) adlı eserine Meta ta Physkia ("fizikten sonra gelen" anlamında metafizik) adını vermesiyle kullanılmıştır.
Bugün yaygın olarak kullanılan anlamını önemli ölçüde orta çağ felsefecilerinin düşünceleriyle kazanmıştır. Bu dönemden itibaren, aşkın (transandental, müteal) varlığa, tanrısal olana ilişkin düşünme metafizik olarak adlandırılmış, böylece metafizik, teolojiyle ve mistisizmle ilişkin bir kavram halini almıştır. Metafizik, bir bütün olarak varlığı; kendinde ve kendi için var olan gerçekliği; her türlü varoluşun kaynağı ve nedeni olan aşkın bir gerçekliği; formlar ve idealar, kategoriler ve tümeller, Tanrı'nın varoluşu, akıl ve ruh, ruh-beden, zihin-beden ilişkisi, maddi şeylerin gerçekliği, zaman, mekân ve tin kavramlarını konu eden disiplindir.Mistisizm özellikle Fransız filozof Henry Bergson tarafından
sezgi kavramıyla ilişkilendirilmiş ve "sezgi, bizi bir varlığın,
dışımızdaki bir objenin içine sürükleyen zihni sempatidir. Böylece içimizdeki
şuurla dışımızdaki eşya aynîleşmiş olur. Sezgi, şuurla eşya arasındaki farkı
ortadan kaldırıyor." şeklinde tarif etmiştir. Son olarak mistisizm ve
mistik sözcüklerinin yaygın bir biçimde kişinin "kendisinden üstün kabul
ettiği bir varlık ve kavram içinde kendi varlığını yok etme" girişimi
anlamıyla kullanıldığını, böylece tabiat mistisizmi, eşya mistisizmi, vatan
mistisizmi gibi kullanımların doğduğunu da belirtmek gerekir.
Temelde fizikî ve maddi alanın dışında bir varlık alanı
olduğu kabulüne dayanmak metafizik ile mistik kavramlarının ortak yönünü
oluşturuyor. Buna karşılık, metafizik, felsefenin bir kolu veya bölümü olarak
düşünce mantık ve muhakeme yolu ile fizikötesi alana yönelirken, mistisizm daha
ziyade ruhsal, sezgisel bir kavrayış tecrübesi niteliği taşıyor.
Cumhuriyet Dönemi Türk Şiiri: Sanat, Metafizik ve
Mistisizm
Hem metafiziğin hem de mistisizmin felsefe, din ve sanat
gibi üç temel alan ile sıkı sıkıya ilişkili olduğu kabul edilmiştir. Sanatta,
sanatçı öznenin kendisini ve çevresini tanımlama çabalarına bağlı olarak,
bütünüyle varlıkla ve varlığın tekil parçalarıyla özne arasındaki ilişkinin
üzerinde temellenir.
Modern sanat akımlarının hemen tamamına kaynaklık eden
sembolizm akımının ise özellikle varlığın semboller aracılığıyla ve sanat
yoluyla okunabileceği biçiminde anlaşılabilecek görüşleri, din-dışı mistik anlayış
olarak yorumlanmıştır.
Sanat varlığı anlama, duyma amacını gerçekleştirirken
genellikle akıl ve mantığın kurallarına ve yöntemlerine uyma ihtiyacı
içerisinde değildir. Bu durumda duyuş ve özel bir kavrama yolu olarak sezgi öne
çıkar. Böylece sanat, insanın varlık karşısındaki tutumunun kendine has bir
ifadesi olarak konumlanır ve sanatçı öznenin özel bir kavrayış ve iletişiminin
nesnesi haline alır. Bu bakımdan başlangıçtan beri sanatı ayrıcalıklı kılan,
varlığın fiziksel niteliklerinden, beş duyu ile kavranıp, tanımlanıp
sınıflandırılabilen yönünden başka özellikleri dikkate gelir. İşte bu yüzden
metafizik, mistisizm gibi kavramlar sanatla sık sık ilişkilendirile gelmiştir.
Bu durum elbette sanatın en önemli kolu olan edebiyat için de söz konusudur. Özellikle
gücünü önemli ölçüde imaj unsurundan alan şiir türü için mistik/metafizik algı
zengin bir beslenme kaynağı olmuştur.
Anadolu'da oluşan Türk edebiyatı, söz konusu kavramlarla
ilişkisini sürdürürken, Yeni Türk edebiyatında ise güçlü bir biçimde metafizik
çizginin oluşup geliştiği görülür. Cumhuriyet döneminde de bu çizgide ürün
veren şairlerin dönemin şiir birikiminde göz ardı edilemez bir yerleri vardır.
Cumhuriyet dönemi Türk şiirinde metafizik/mistik eğilimler
taşıyan, hatta şiir anlayışını bütünüyle bu kavramlar üzerine oturtan birçok
şair vardır.
Yeni Türk edebiyatında bu konunun özel olarak incelendiği
söylenemez. Mistik/metafizik nitelikler taşıyan şairler ve onların şiirleri
birbirinden çok farklı, geniş bir birikim sergilemektedir.
Necip Fazıl Kısakürek
Necip Fazıl Kısakürek, gerek şiirde Nazım Hikmet'in
materyalist şiirine karşı oluşturduğu metafizik duyarlılık; gerek Yahya Kemal
Beyatı ve Ahmet Haşim'in temsil ettiği saf şiir anlayışına bireyin varoluş
sorunlarını katarak geliştirdiği etki alanı oldukça geniş duyuş tarzı; memleket
edebiyatı anlayışına bağlı şairlerin elinde sığ söyleyişten bir türlü
kurtulamayan hece vezni ritmini zirveye taşıması bakımından ve gerekse
aksiyoner kişiliği ile Cumhuriyet döneminin seksenlere kadar ilgiyi üzerinde en
çok toplayan ismidir.
Necip Fazıl şiirleri, tiyatro oyunları, polemikleri ve
konferanslarının yanı sıra çıkardığı "Ağaç ve özellikle "Büyük
Doğu" gibi dergilerle sürekli ilgi odağı olmuş, yazdıkları yüzünden birçok
defalar mahkûm edilmiştir.
"Poetika" başlığı altında, on dört bölümden oluşan
bütünlüklü ve sistemli yazıda şiir sanatıyla ilgili düşüncelerini her yönüyle
açıklamış olan Kısakürek, "Şair" başlıklı ilk bölümde şairi, yaptığı
işin bilincinde olan "ilahi emanetin sahibi" olarak tanımlar ve Tanrı
ile sıradan insan arasında bir yerde konumlandırır. Kısakürek aynı şekilde
şiiri de "mutlak hakikati arama" işi olarak tanımlar. Daha sonra
"Şiirde Usûl" ve "Şiirde Gaye" başlıkları altında bu işin
nasıl gerçekleştirilebileceğini anlatır. Burada sembolist görüşe yaklaşır;
"remzi" (sembolik) ve "sırri" (gizemli) olmak şiirin ana
vasıfları arasındadır. Ona göre şiir "teşhisten tecride", somuttan
soyuta giden bir yoldur. Nihayet güzellik, heyecan, ahenk ve eda şiir için
gerekli değerlerdir. O halde Necip Fazıl için şüri şiir yapan üç temel faktör
"mutlak hakikati aramak"; sembolik ve gizemli olmak, güzellik,
heyecan ahenk ve eda gibi özellikleri taşımaktır.
Necip Fazıl, "Poetika"sında şiirde duygu ve
düşünce dengesini önemsediğini gösterir. Sanatçı bu yazısında ayrıca vezin ve
kafiyenin şiir için zorunluluk olduğunu ama "duygu-düşünce dengesi"
hedeflerini gerçekleştirmek için yeterli olmadığını belirtir. Hece veznini de
aruza, açık ve kapalı hecelerin serbestçe dizilebilmesi imkânını sağladığı sebebiyle
üstün görür. Necip Fazıl, şiiri uyuyan toplumun bir rüyası olarak niteler ve
toplumun güncel sorunlarına bağlı görmez.
Şiirlerini Örümcek Ağı (1925), Kaldırımlar (1928), Ben ve
Ötesi (1932), 101 Hadis (1951), Sonsuzluk Kervanı (1955), Çile (1962), Şiirlerim
(1969), Esselam (1973) adlarıyla kitaplaştıran şair 1974 ten sonra Esselam, 101
Hadis kitaplarının dışında kalanları Çile adı altında topluca yayımlamış, onun
seçtiklerinden oluşan bütün şiirleri bu ad altında ölümünden sonra da
yayımlanmaya devam etmiştir.
Necip Fazıl, daha ilk kitabına adını veren Örümcek Ağı
şiirinin ses mimarisi ile dönemin usta şairi Ahmet Hâşim'e "bu sesi nerden
buldun çocuk?" dedirtecek kadar üstün bir başarıyı yakalamıştı. Bu
şiirlerde görülen, hece ile yazan şairlerin o güne kadar ulaşamadığı birtakım
özellikler, dikkatleri Necip Fazıl’ın üzerine yöneltmiştir.
Özellikle ikinci kitabına adını veren Kaldırımlar şiiri ise
Türk edebiyatının başyapıtları arasında kabul edilmiştir. Daha bu ilk
şiirleriyle sadece plastik bir başarıya ulaşmış olmuyor, aynı zamanda ben'in
varlıkla karşılaşmasından doğan trajik durumun, özgün bir yapıya, ses ve
imajlardaki çarpıcılığı doğuran yeni bir duyarlılığa yol açtığı görülüyordu.
Onun şiirini, Tekke edebiyatının biçimsel özellikleri ile
Fransız sembolizminin duyuş tarzının kendi mizacında yoğrulmuş bir sentezi
olarak kabul etmek mümkündür.
Şair, 1934'de Arvasi ile tanışmasını dönüm noktası olarak
kabul edip kendi şiir çizgisini iki döneme ayırsa da aslında ilk şiirlerinden
itibaren aynı duyarlılığı sürdürür.
İlk dönemini Kaldırımlar, ikinci dönemini ise Sakarya
Türküsü adlı şiirlerin temsil ettiği söylenebilir.
Asaf Hâlet Çelebi
1940'ların başlarında, Garip akımı ile birlikte yeni şiirin
temsilcilerinden biri olarak ilgi görmüş, zaman zaman küçümsenmiş, alaya
alınmış bir şair olarak uzun zaman unutulan ve 1980'lerden sonra saf şiire
yönelen eğilimle birlikte yeniden gündeme gelmiş bulunan Asaf Hâlet Çelebi, çok
geniş kültür coğrafyasından gelen unsurlara dikkat çekici bir çarpıcılık ve
yalınlık taşıyan bir şiir ortaya koymuştur.
İlk şiirleri, hiçbir kitabına almadığı klasik tarzda
yazılmış gazellerden oluşan gençlik ürünleri idi. 1937’den başlayarak yeni
tarzdaki şiirlerini Ses, Küllük, Hamle, Servet-i Fünün-Uyanış, Yeditepe,
İstanbul, Büyük Doğu gibi dergilerde yayımladı. Şiirlerini He (1942), Lâmelif
(1945) ve bu iki kitaptaki şiirlere yenilerinin de eklenmesiyle oluşan Om Mani
Padme Hum (1953) adlı kitaplarında topladı. Çelebi, öncelikle şiirle metafizik
âlem arasında kesin bir ilişki kurar. Ona göre saf şiir, her zaman olmasa bile
çoğunlukla soyut şiire yaklaşır, hikâyeden olduğu gibi tasvirden de mümkün
olduğu kadar uzaktır. Saf şiir, "Parçalanmayan tek bir kelime halinde
olunca ona ne bir şey ilave edilmeğe ne de ondan bir şey eksiltmeğe imkân olmaz.
Bu yüzden şiirde bazı kelimelerin sözlük anlamlarını aramaya gerek yoktur. O
şiirin "kâinatın anlaşılmaz sırlarını açıklamada önemli bir yeri
olduğu" inancındadır.
Şiirde anlamı esas alan Garipçilerden farklı olarak
sembolleri öne çıkaran bir anlayışa sahiptir. Buna karşın, o da Garip akımı
şairleri gibi ezin ve kafiyeye karşı çıkar. Yalnız onlardan farklı olarak,
klasik vezin yerine her şiirin kendisinden doğan bir ritim ve ölçüye sahip
olduğunu yine alışılmış sistemler içinde olmamak kaydıyla kafiyeyi ve daha
geniş anlamda sesin doğuracağı ritmi önemsediği görülür.
Kendi şiirinin kaynaklarını altşuurda biriken hatıra ve
izlenimlerin bilince yükselmesi olarak gören Çelebi altşuurdaki birikimlerin
ise çocukluk, buluğ insiyakları, ruh haletleri ve sırf intibalardan oluştuğunu
belirtir.
Genellikle Çelebi'nin şiirlerinin dört temel beslenme
kaynağı bulunduğu kabul edilmektedir: doğu mistisizmi, tasavvuf, kutsal
kitaplar ve çocukluğundan kalan masallar, izlenimler.
Çelebi, şiirlerinde ölüm, edebiyet, yokluk, devamlılık ve
çocuk bilinçaltı gibi konuları işlemiş, tasavvufi menkıbeleri, halk inanç ve
hikâyelerini, masalları, eski Mısır, Hind, Çin gibi egzotik motifleri
kullanmıştır.
Asaf Hâlet Çelebi, Türk edebiyatında metafizik/mistik
karakter taşıyan şairlerden farklı modern mistik bir şiir oluşturmuştur. Bu
şiirin en önemli ayırıcı özelliği mistik geleneğin yerli ve yabancı kaynakları
ile halk kültürü ve masallarının sentezinden oluşan sezgiye dayalı bir kültür
şiiri oluşudur.
Fazıl Hüsnü Dağlarca
Türkçenin en üretken şairlerinden biri olan Fazıl Hüsnü
Dağlarca'nın yayımlanan ilk yazısı ortaokul öğrencisi iken Yeni Adana
gazetesinde çıkan bir hikâyedir. Yavaşlayan Ömür başlıklı ilk şiiri ise
İstanbul dergisinde yayımlanmıştır. Bu tarihten itibaren Varlık, Kültür Haftası,
Yücel, Aile, İnkılâpçı Gençlik, Yeditepe, Türk Dili dergilerinde şiirleri
yayımlandı. 1935'te çıkan ilk kitabı Havaya Çizilen Dünya, dönemin hâkim şiir
anlayışının etkisi altındadır. Vezinli kafiyeli bu ilk şiirlerinde Necip Fazıl
duyarlılığının belirgin bir egemenliği görülür. Bununla birlikte asıl, ikinci
kitabı Çocuk ve Allah'taki şiirleriyle ilgi odağı olmuştur. Bu kitabındaki
şiirlerde yalın bir dil özelliği ile yapı sağlamlığı dikkati çeker.
Fazıl Hüsnü'nün şiiri kimi eleştirmenlerce üç, kimilerince iki
döneme ayrılmıştır. Cemal Süreya onun şiirini "sezgi dönemi
(1935-1945)" ve akıl dönemi (1955 ve sonrası)" biçiminde iki döneme
ayırırken, 1949-55 arasındaki şiirlerini her iki dönemin izlerini de taşıyan
bir geçiş dönemi olarak niteler.
İlk dönem şiirlerinde bireyin evren karşısındaki bazen
hayreti andıran şaşkınlık durumu, yalnızlık, korku, tabiatın görkemine duygusal
yaklaşımlar ve genellikle içe dönük bir tutum egemen iken, ikinci dönem
şiirlerinde insanın toplumsal bozukluklar karşısındaki durumu, günlük yaşamın
sıkıntıları, destanlar, aktüel konular dikkat çeker.
Dağlarca edebiyatımızda başka hiçbir şairde görülmeyen bir
konu çeşitliliğine sahiptir.
Bu ünitede örnek olarak incelenen üç şairin şiirlerinin
ortak yönleri kadar, belki daha fazla farklı yönleri dikkat çekmektedir.
Onların aynı başlık altında incelenmesini sağlayan temel özellik ise
şiirlerinde insanın varlık karşısında durumunu yansıtma çabası geliyor.
Cumhuriyet Dönemi Türk Şiirinde Metafizik Özellikler
Taşıyan Diğer Şiirleri ve Şairleri Tanıyabilmek
Cumhuriyet dönemi Türk şiirinde metafizik/mistik özellikler
taşıyan şairlerin yukarıda ele alınanlardan ibaret olduğu söylenemez.
Genel bir bakışla Cumhuriyet dönemi Türk şiirinde pek çok
şairde görülebilen kimi özelliklerin metafizik/mistik eğilimler taşıyan şiir
birikiminin nicelik açısından büyük bir toplamı oluşturduğu, nitelik açısından
ise yönlendirici ve belirleyici bir etkiye sahip olduğu anlaşılmaktadır. Bu
özellikleri ana hatlarıyla şöyle belirleyebiliriz: Varlığın madde
özelliklerinden başka özelliklere de sahip olması ve şiirin bu özelliklerin bir
ifadesi olarak ortaya çıkması; insan varoluşunun duyulur alanla sınırlı
olmaması, insanî oluşun ve algının tabiatın arkasında bulunan bir görkeme
eğilimli oluşu gibi kabullerin şiirin özünü oluşturması; biçimsel bakımdan
somuttan soyuta, eşyadan kavrama yönelen bir eğilimin kendisini göstermesi.